Mehmet Akif ve Sosyal Yönü I (Habernews.com)

MEHMET AKİF VE SOSYAL YÖNÜ I 

Mehmet Akif, deyince hemen akla İstiklal Marşı ve Çanakkale Şehitleri’ne şiirleri gelir. Oysa Akif’e giden yol bu şiirleri biraz aralamaktan geçiyor. Gelin Bu yazıda Akif’in bir şair olarak sosyal hayat karşısındaki tavrına göz atalım.

Akif’in çocukluk yılları Osmanlının içte ve dışta çok büyük sıkıntılar çektiği bir döneme rastlar. Bu dönemde Abdülaziz tahttan indirilmiş yerine önce V. Murad geçirilmiş onun ardından da Abdülhamid getirilmiştir. Bir yanda Mebusan Meclisi açılmış öbür yanda Osmanlı Rus Harbi’nin acı sonuçları görülmektedir. Akif kendisini böylesi ıstıraplı ve karmaşık bir ortamda bulur. Ve hayatı boyunca da bu acılı atmosferden kurtulamaz.

Mehmet Akif’in çocukluğu böyle bir dönemde geçerken talebelik yılları daha acıdır. 1889 yılı yazında henüz 16 yaşındayken babasını kaybeder.

Geldi saadetle, fakat nevbahar,

Bende ne ol neşve ne ol şevk var

Annemin ıssızca kalan lanesi

Kardeşimin eski yetimhanesi,

Mevceger oldukça hayalimde ah,

Görmez olur âlemi artık nigah,

Güç ise de ben nasıl olsam olur.

Validem amma ne teselli bulur?

Hem o kadın hayli belâ-dîdedir,

Gördüğü nâdidedir.

Ailesi munkarız olmuş bütün,

Kimsesi yoktur, yalnızdır bugün.”

dizeleriyle anlattığı bu acının üstünden daha bir yıl geçmeden tek mal varlıkları olan Sarıgüzel’deki ev, eşyalarıyla birlikte tamamen yanar. Bu durum aileyi çok zor durumda bırakır. Böylece Mehmet Akif, yatılı okumak mecburiyetinde kalır. Bu yıllar edebî olarak Servet-i Fünun(1896-1901)’un etkili olduğu yıllardır. İstibdat döneminin de etkisiyle şair ve yazarlar, sosyal hayata ve toplum meselelerine kapalı ağır, anlaşılmaz ve melankolik bir üslup benimsemişlerdir. Bu devre Akif için bir anlamda hazırlık devresi olarak değerlendirilebilir.

Akif asıl edebi faaliyetlerini ve şahsiyetini Meşrutiyet’in ilanından sonra(1908) gösterir. İlk şiir kitabını çıkardığı 1911 Servet-i Fünûn’un bir devamı olarak şekillenen Fecr-i Ati üslubunun etkili olduğu bir döneme rastlar. Âkif, Servet-i Fünun karşısındaki tavrını burada da koruyarak kendi şiir anlayışını sürdürür. Sanatının merkezine toplumu alarak en canlı tablolarla sosyal hayatın panoramasını çizer.

             M Kaplanın ifadesiyle Türk edebiyatında onun kadar içinde yaşadığı devri bütün teferruatıyla gören ve gösteren başka bir şair yoktur denilebilir. Safahat, adeta bir manzum romana benzer: sokak, ev, kulübe, saray, kahraman, halk, yüksek tabaka hemen hemen her şey Akif’in duyuş ve görüş sahnesine girer. Ve o bunları yalnız şiirin değil, edebiyatın bütün ifade vasıtalarıyla anlatır: tasvirler yapar, portreler çizer, hikâyeler söyler, fıkralar anlatır, konuşmalara başvurur, vaaz verir. Komik, trajik, öğretici, hamasi, lirik, hakimane her edayı, her tonu kullanır. Bu suretle Âkif, şiirin hududunu nesir kadar, edebiyat kadar genişletir.

            Akif, sanatına baktığımızda ise sanat anlayışını Safahat’ın başına aldığı manzumede üç beş satırla özetler:

  

Bana sor kâri sana ben söyleyeyim

Ne hüviyyette şu karşında duran eş’ârım:

Bir yığın söz ki, samîmiyyeti ancak hüneri;

Ne tasannu’ bilirim, çünkü, ne san’atkârım.

Şi’r için “göz yaşı derler; onu bilmem, yalnız,

Aczimin giryesidir bence bütün âsârım!

Ağlarım ağlatamam; hissederim söyleyemem;

Dili yok kalbimin, ondan ne kadar bîzârım!

Oku, şayet sana bir hisli yürek lâzımsa;

Oku, zirâ onu yazdım, iki söz yazdımsa

Görüldüğü gibi Akif büyük bir tevazu örneği göstererek kendisini sanatkâr bile saymamaktadır. Ona göre yazdıkları da yalnız “aczinin giryesi(gözyaşı)” “hisli bir yürek”in terennümleridir. Ve hüner olarak sadece samimiyetini göstermektedir. Öte yandan şair, bir başka manzumesinde şu ifadeleri kullanır:

Hayır, hayal ile yoktur benim alış verişim

İnan ki her ne demişsem görüp de söylemişim

Şudur cihanda benim en beğendiğim meslek

Sözüm odun gibi olsun hakikat olsun tek

Akif’in şiirinde çizdiği devrinin tablosudur. Bu bakımdan söyledikleri gerçektir. Fakat bu gerçeklik hiçbir zaman odun gibi işlenmemiş değildir.

Sanatlı ve derin söyleyişlerden uzak duruş Âkif’i mahalliliğe götürür. Tasvirlerinde hele konuşmalarında ve taklitlerinde tamamıyla mahallidir. Sohbeti ve diyalogu eşsiz bir şekilde şiire sokar.

-Aman be emmi!

                       -Ne var!

                                               -Düş yorar mısın?

                                                                                  -Be adam,

 

Biraz nefesleneyim, dur ki, yorgunum…

                                                                                  -Duramam      

-Neden?

            -Fenama gider beklemek de..

                                                                      -Vah! vah! vah!

-Bilir misin ki ne gördüm…

                                                           -Hayırdır inşallah!

-Yemek yiyip yatıverdim, tamam yarıydı gece,

Bir öyle hayvana bindim ki, seçmedim iyice,

-Peki, o bindiğin at mıydı, anlasak neydi?

-Bilir miyim? Yalınız dört ayaklı bir şeydi…

Katır mı desem?                      Eşek mi desem?

Öküz mü desem?                     İnek mi desem?

Al at mı desem?                       İdiş mi desem?

Koyun mu desem?                   Çebiç mi desem?

….

            -Karşıma, baktım, dikildi…

                                                           -Kim?

                                                                      -Bir adam…

-Tanıştınız mı?

                                   -O bilmem tanır mı, ben tanımam…

Babam mı desem?                   kızım mı desem?

Hasım mı desem?                    Hısım mı desem?

Çıfıt mı desem?                        Gavur mu desem?

Şudur mu desem?                    Budur mu desem?

-Uzatma, sen buluyorsun belanı Allah’tan…

Bu, elde bir; yalınız pek seçilmiyor ne zaman…

Bugün mü desem?                   Yarın mı desem?

Uzak mı desem?                      Yakın mı desem?

Yazın mı desem?                     Güzün mü desem?

Güzün mü desem?                   Yazın mı desem?

 

Akif sanat ve edebiyat üzerine Sırat-ı Müstakim ve Sebilü’r-Reşad dergilerinde “tasvir, teşbih, plan, mevzu” gibi çok çeşitli konularda yazılar yazmıştır. Bu yazılar içerisinde Âkif’in edebiyat anlayışını ortaya koyan “Edebiyat” isimli yazı ayrıca dikkate değerdir.

“Şiir için, edebiyat için ‘süs’, ‘çerez’ diyenler var. Karnı tok, sırtı pek milletlere göre bu söz belki doğrudur. Lâkin bizim gibi aç, çıplak milletlere süsten, çerezden evvel giyecek, yiyecek lâzım. Onun için ne kadar süslü, ne kadar tatlı olursa olsun, libas hizmetini, gıdâ vazifesini görmeyen edebiyat bize hiç söylemez.Hele ‘San’at san’at içindir. San’atta gaye yine san’attır. Edebiyatta edebiyattan başka bir gaye aramak san’atı takyîd etmektir.’ gibi yüksek nazariyeler bizim idrakimizin pek fevkindedir. Zaten bu türlü nazariyeler ahlâksızlığa felsefe şekli veren; edebiyat namına milletin namusuna, hayatına, mevcûdiyetine yürüyen bir takım hazelenin eser diye ortaya koydukları bâhnâmelere revac verilmek için ileri sürülüyor.”Âkif, aynı yazıda edebiyatın milliliği üzerinde de durur. “Bir de biz edebiyatın vatanı olduğuna iman edenlerdeniz. O sebepten hiçbir milletin edebiyatını memleketimize mâl etmek istemeyiz.”   Edebiyatta ölçü sosyal faydadır. “Sebilü’r-Reşad’da görülecek eserler kaba olacak, saba olacak lâkin yerli malı olacak, hiçbir tarafında başka memleket mahsûlü olduğunu gösterir damgası bulunmayacak. Bir de az çok bir fâide te’min edecek. Şayed ahlâkî, ictimâî hiçbir fâide te’min etmezse zararı bari olamayacaktır ki bir nazara göre bu da fâide demektir.”

Âkif, dil konusunu da ihmal etmiyor. “Sade yazmak bizim için asıldır. Ne zaman bu asıldan ayrı düşmüşsek, mutlak muztar kalmışızdır. Yalnız sadelikte ‘cennet’i beğenmeyip ‘uçma’, ‘cehennem’i bırakıp ‘tamu’ diyecek kadar ileri gidecek değiliz.” Bu ifadeler hala güncelliğini koruyan ve belki de yüz yıla yakın bir süredir tartışılan meselelere şairimizin cevabı.

Dilde sadeliği savunan Âkif, şivenin korunması gerektiğini söylüyor. “Hele dilimizin şivesi –ister Napolyon çizmesi çekmiş, ister İngiliz çorabı giymiş olsun- hiçbir ecnebî ayağında çiğnetmeyeceğiz. Bu hususta ne kadar taassub, ne kadar muhafazakârlık kabilse göstereceğiz. Evet, eskiler gibi Arapça, Acemce düşünülüp yahut yeniler gibi Fransızca, Almanca tertip eyleyip Türkçeye ondan sonra naklolunan yazılara karşı gücümüz yettiği kadar hücûm edeceğiz. Zira şu hakikate iyice inanmışız ki: dilsiz millet gibi şivesiz dil de yaşamaz; her memleket nasıl kendi tabiî hudûdu dâhilinde ilerlerse, her dil de kendi fıtri şivesi dâiresinde terakkî eder.”


Yorumlar - Yorum Yaz