XVII. YY DİVAN ŞAİRİ NEF'İ'NİN KATLEDİLMESİ

XVII. YY. DİVAN ŞAİRİ NEF’Î’NİN KATLEDİLMESİ

 

Giriş

XVII. yy. şairlerinden Nef’î, yaşadığı devirden itibaren üstat kabul edilmiş, sonraki dönemlerde söz söylemedeki kudreti aşılamayarak Divan şiirinin en önemli şairlerinden birisi sayılmıştır. Gazel ve kaside sahasında eser veren şair, asıl şöhretini kasideleriyle yakalamıştır. Nef’î, övgü ve yergi şairi olarak tanınmış, kasidelerinde memduhlarını göklere çıkarırken, hicivlerinde muhataplarını ustalıkla yerin dibine geçirmiştir. Övgüleri ona kapılar açarken, hicivleri ise sonunu hazırlamıştır.

Tarihin hemen her döneminde eleştiri ve yergiye sıcak bakılmamış, bu yolda söz söyleyenlerin başı beladan kurtulmamıştır. Hoşgörünün egemen olduğu Osmanlı zamanında da bazı şairler dilleri yüzünden katledilmişlerdir. XIV. yy.’da Nesîmi’nin, “derisi yüzülmek suretiyle katline” fetva verildi.[1] XV. yy.’da Fatih Sultan Mehmed zamanında âlim ve şair Tokatlı Molla Lûtfî hicivleri sebebiyle ona düşman olanların zındıklık suçlaması neticesinde,[2] XVI. yy.’da genç şair Figânî yazmadığı fakat iftiralarla kendisine mal edilen bir beyit sebebiyle idam edilmişlerdir.[3]

XVII. yy.’da, IV. Murad devrinde Nef’î’nin dışında muasırı Mantıkî de hicivleri sebebiyle öldürülen ilmiyle maruf bir şairdir.[4]

XVIII. yy.’da da hiciv ve hezel gibi Divan edebiyatının tâlî nevilerinde verilen eserlerde artış meydana gelmiştir. III. Ahmed ve İbrahim Paşa’nın iltifatına mazhar olan ve “Reis-i Şairân” unvanı verilen Osmanzâde Tâib Efendi ise Kahire kadılığı sırasında aleyhinde söz söylediği Mısır valisi tarafından öldürtülmüştür.[5]

 

            Hayatı:

            Nef’î hakkında elde bulunan bilgi ve belgeler, onun şöhretiyle kıyaslandığında oldukça yetersiz kalmaktadır. Büyük şairlerin şöhretleri, hayatları son bulduktan sonra eserleri aracılığı ile nesilden nesle aktarılırken, hayatları hakkında bilinenler buna ters orantılı olarak kayba uğrar. Nef’î’nin şiirlerini neşreden isimlerden Ebuzziya Tevfik, bu konudaki teessürünü dile getirirken, zamanına ulaşmayan bilgilerden ötürü maziye teessüf eder; gelecek kuşakların da kendi nesli hakkında aynı ithamda bulunabileceğini hatırlatır ve şöyle der: “Fikr-i âcizânemce Nef’î gibi bin yılda bir gelen ve mensûb olduğu millete medâr-ı mübâhât olan bir sâhib-kırân-ı ‘irfânın, ‘azamet-i şâ’iriyyetini idrâke âsârı kifâyet etmekle berâber, hayfâ ki evâ’il-i ahvâli ‘ummân-ı mechûliyât içinde gâib olup gitmiştir ki, bu da eslâfın kadir-şinâslıktaki mübâlâtsızlığını bizlere vesîle-i tasdîk olduğu gibi, bizden sonra gelenlere de bizler için aynıyla bu fikri ilkâ edeceğine iştibâh edilmemelidir.”[6]

            Nef’î’nin Erzurumlu olduğu bilinmektedir. Bunun dışında kaynakların verdiği bilgiler çok sınırlıdır. Devrin tarih kitapları ve tezkirelerde şair hakkında üç beş satırlık yüzeysel bilgiler bulunmaktadır. Meselâ dönemin önemli tezkirecilerinden Riyâzî, yalnız şu bilgileri verir: “Arz-ı Rûmî ‘Ömer Beg’dür. Hâlâ Dîvân-ı Humâyûn-ı Sultânîde ma’den Mukâta’acısıdır. Me’ânî-i nakş-ı perdâzî olub semt-i i’rakda tavr-ı ‘Acem-âne üzere nevâzende- kânûn-ı sühan-sâzîdür.”[7]

Erzurum'un Pasinler (Hasankale) ilçesinde doğmuştur. Doğum tarihinin 980/1572 yılları olduğu tahmin edilmektedir.

            Nef’î'nin hayatı, kişiliği ve ailesi hakkında bilinenler de oldukça sınırlıdır. Nef’î'nin soyu, Anadolu beyliklerinin birbirleriyle olan mücadelelerini bizzat yaşamış bir beyliğe dayanır. Nef’î’nin babası Mehmed Bey, dedesi Mirzâ Ali Paşa’dır. Babası Mehmed Bey, Kars ve Mıcıngerd sancak beyliği yapmış, dedesi Mirzâ Ali Paşa ise Pasinler sancak beyi olmuştur.[8]

Nef’î, aydın bir aileye mensuptur. Babasının rahatça şiir yazabildiği ve çevresinde az çok tanınmış olduğu, Sihâm-ı Kazâ’nın bazı yazmalarının başında bulunan bir manzumeden açıkça anlaşılmaktadır:

 

                                    Benim züğürtlük ile ellerim taş altında

                                    Müzehrefâtın o dürr ü güher satar Hân’a

 

                                    Ben ıztırab ile hunda semaa girmede ol

                                   Dü beyt okur negamat ile def çalar Hân’a

                                   ……

                                   O demde kim peder-i nâ-bekâr-ı sifle-nihâd

                                   Beni garîb koyub oldu hem-sefer Hân’a

 

                                   İki kasîd okumuşdu ekâbiri cer içün

                                   Anıñla oldı yine şehr içinde her hâne[9]

 

Nef’î, tahsil hayatına Pasinler'de başlamış Erzurum'da devam etmiştir. İyi derecede Farsça bilen şairin nasıl bir öğrenim gördüğü bilinmiyor. Eğitiminde etkili olan kişiler de bilinmemekle birlikte, şiire genç yaşta başladığı açıktır. 1585-1588 yıllarında Defterdarlık göreviyle Erzurum'da bulunan Tarihçi Ali'nin Nef’î'nin eğitiminde büyük rolü vardır.

Nef’î'nin şiirlerinde İran edebiyatı ve İran şairlerinin etkisi açıktır. Şair, İran edebiyatının tanınmış şairlerini takip etmiştir. Olgunluk döneminde "Anadolu'da şiir üstadı benim" iddiasıyla İran şairleriyle yarışır hale gelmiştir. Fars diliyle yazdığı divanı onun üst seviyede bir öğrenim gördüğünün belgesidir.

Şairin sanat geçmişi, “Darrî” ve “Nef’î” mahlaslarıyla iki döneme ayrılır. Şair, “zarara mensup” anlamındaki “Darrî” mahlasıyla ilgili bilgi vermez. “Darrî” mahlasıyla bugüne kadar zaten herhangi bir şiir ele geçmemiştir. “Nef’î" mahlasının bizzat Âlî için yazdığı manzumesinde bu konuyu şiirine şöyle yansıtır:

Eyledüñ mahlas-ı Nef’î ile kadrüm efzûn

Zihn-i pâkimde görüp kuvve-i iz'ân-ı suhen           (K 60/36)

 

            Nef’î’nin İstanbul’a gelişi I. Ahmed'in saltanatının ilk yıllarına rastlar. Şairin Erzurum'dan, İstanbul’a hangi sebeplerle geldiği bilinmemekle beraber geliş sebebinin ya Kırım Hanı Canıbek Giray’ın sadrazam Kuyucu Murad Paşa (sadarete getirilişi 1606)’ya yaptığı tavsiye, ya da Mustafa Alî’nin Anadolu’da defterdarlık ve mirlivalık görevlerinde iken tanıyıp sonra da İstanbul’a çağırması olabileceği tahmin edilmektedir.[10]

Nef’î, I. Ahmed’in maiyetinde gittiği Edirne’de kısa bir müddet kalışı ve aynı şehirde IV. Murad döneminde yaptığı Muradiye mütevelliliği bir tarafa bırakılacak olursa ölümüne (1044 H./1635 M.) kadar yaklaşık olarak otuz sene İstanbul’da yaşamıştır. Nef’î’nin bu şehirde saltanatları devrini yakından tanıdığı ve yaşadığı dört padişahtan üçü şairdi. I. Ahmed (1603-1617), Bahtî;II. Osmân (1618-1622), Fârisî; IV. Murâd (1623-1640), Murâdî mahlaslarıyla şiir söylemişlerdir. Nef’î, kısa süreli de olsa iki defa tahta geçen I. Mustafa’ya (ilk defa 1617-1618) kaside yazmamış, bu padişaha ilgi göstermemiştir.[11] I. Mustafa’nın esasen zayıf akıllı biri[12] olduğu da söylenmektedir. Nef’î sanatının ve şöhretinin zirvesine Sultan IV. Murad döneminde ulaşır.

Nef’î, bütün hayatını, bir devlet memuru olarak geçirirken üst kademelere göz dikmemiş, belki de tenezzül etmemiştir. Devlet kapısında ilk görevi, Divan-ı Hümayun'da maden mukataacılığıdır. Kısa süreliğine sürgüne gönderildiği Edirne'de Muradiye Mütevelliliği ve İstanbul'da Cizye Muhasebeciliği görevlerinde bulunmuştur.

 

Sanatı:

Nef’î, kendine has üslubu ile Divan şiirinin en büyük kaside şairi olarak kabul edilmektedir. Bu kabul gerek çağdaşı şairler gerekse kendisinden sonraki şairlerce de dile getirilmiştir:

Nef’î vâdî-i kasâ’idde suhen-perdazdur

Olamaz ammâ gazelde Bâki vu Yahyâ gibi                     (Nedîm)

 

Şecâ'at sende himmet sende ilm ü ma’rifet sende
Bunu zâtın içün yazmak gerek Nef’î senâ-gûne   (Asaf)

 

Dinle bu matla'-ı garrâyile vasf-ı dili kim
Âherîn güfte-i Nef’î-i sühan-ârâdur                                    (Neşati)

 

Sanki bu beyt-i dil-ârâyı benüm ağzumdan
Söylemiş Nef'î-i şirin-suhen-i mu'ciz-dem                        (Sabit)

 

Seyr eyle şehd-i kâm-ı mükâfât olup nice
Nazmında dâd-ı Nef'î-i şîrîn-zebân virür                 (İzzet)

 

Neylî alınca nîşger-i [neyşeker-i] hâmesin ele
Dâd-ı edâ-yı Nefi-i şîrîn-zebân virir                                    (NeyIî)

 

Nef'î-i pâk-edâyı dersen
Takdı ol pây-ı hayâlâta resen

 

Kim kasâ'idde anı sebk etmiş
Yokdur ol vâdîye irmiş gitmiş

 

Cümleye Hazret-i Hak rahmet ede
Cümlesi ravza-i rızvâna gide                                              (Zihni)

 

            XVII. yy. tezkirecilerinden Rıza, onun için şu satırları kullanır: “Debdede-i eş‘âr-ı ma‘ânî-karîni velvele-endâz-ı tâs-ı çarh-ı berîn olup vilâyet-i Rûm’da ibtidâ zebân-ı tâze ile eş‘âr-ı bî-hem-tâya âgâze iden ‘arz-ı  Rûmî ‘Ömer Efendi’dür. Kasâ’id-i ma‘ânî-endâzında olan her ma‘nâ-yı câme-zîb libâs-ı fâhire-i hüsn-i edâyla likâ’ül –mahbûb ve gazeliyyât-ı sihr-sâzında olan her mazmûn-ı dil-firîb sûret-i ferhunde-likâyla şifâ’ü’l-kulûbdur. Tab‘-ı mu‘cize-şemâ’ili hecv ü hezle mâ’il olup hezliyyâtını sebt ü tahrîr ve  Sihâm-ı Kazâ deyü nâm-ı dil-pezîr eylemişdür.”[13]

Nef’î, XVII. yy.’ın ve eski edebiyatımızın en tanınmış kaside üstadı olarak; Fuzûli, Bâkî, Nâilî, Nâbî, Nedîm ve Şeyh Gâlip gibi birinci sınıf sanatçılar arasına girmiş büyük bir şairimizdir.[14] Onun kasideleri, daha kendi yaşadığı dönemden başlayarak şairler ve yazarlar tarafından daima övgüyle karşılanmıştır.[15]

Çağdaşı Kâtip Çelebi ve Tezkireci Rıza’dan başlayarak Ziya Paşa, Recâî-zâde Ekrem, Tevfik Fikret ve Ebuzziyâ Tevfîk gibi Tanzimat sonrası edebiyatçılar tarafından kasidecilikte üstün bir sanatçı olarak kabul edilmiş,[16] nihayet onları izleyen Servet-i Fünunculara ve özellikle Tevfik Fikret (1867-1915)’e kadar birçok düşünür ve şair, Nef’î’nin kasidecilik ve hicivcilikte, eşine tesadüf edilemeyecek derecede üstün bir sanatçı olduğunu, taze bir dil ve bakir mazmunlarla yazdığını, güzel üslup ve orijinal ifade sahibi olduğunu belirtmişlerdir.[17]

Nef’î, edebiyatımızın en gür sesli, atak, en tok ve en taze dilli ve kendine en çok güvenen şairidir.[18] Onun sanatının özelliklerinden biri vezin ve kafiyeye ustalıkla hâkimiyetidir. Nef’î’nin şiirinde vezin ve kafiye ona hiç bir zaman kullanmak istemediği bir kelimeyi kullandırmaz ve onu zorlamaz. Şiirindeki ses ve ahenk kuvvetine rağmen aruzun sert sesi işitilmez. Sözlüğü çok geniş olan şair Farsçadan yeni yeni kelimeleri ve Farsça deyimleri dilimize aktarmıştır. Yeni mazmunlar ve hayaller peşinde koşan geniş muhayyileli şair Fars edebiyatı ve dilindeki bilgisinden faydalanarak edebiyatımızda yeni bir dil kullanmaya çalışır. Bu dilin onun şiirinde hiçbir şekilde yadırganmaması bu alandaki başarısını gösterir.[19] Hiç işitilmemiş, hiç ellenmemiş, hiç örselenmemiş kelimeler, tamlamalar, deyimler kullandığı vakitlerde bile, zannedilir ki, bunlar onun eski aşinalarıdır.[20]

Şair, Fars edebiyatından aktardığı bu Farsça ve Arapça kelimelerin yanında temiz ve sağlam bir Türkçeyi ve halk deyimlerini de büyük bir ustalıkla kullanmıştır. Şiirde manaya önem vermiş, ama lafzı da ihmal etmemiştir, Şiirlerinde en çok kullandığı sanatlar igrak denilecek derecede mübalağa, tezat, istiare, teşbih, telmih gibi sanatlardır. Kudretli muhayyile ile mübalağaları kasidelerinde yeni hayallerle süslemeyi bilmiştir. Şiirde ahenge çok önem veren şair, kelimelerinin şiirin konusu ve ahengi ile uyuşmasına son derece dikkat etmiş ve bu konuda da büyük başarı göstermiştir.[21]

Nef’î, başta padişahlar olmak üzere sadrazamlara, şeyhülislamlara ve devlet büyüklerine kasideler yazmıştır. Bu kasidelerde, övülen kişinin adaleti, fitne ve zulüm karşısındaki etkili tutumu, iyilikseverliği, cömertliği, hükmünün geçerli olması vb. hususlar övgü konusu edilmiştir. Şair, övgüde sözü bu noktalara getirdiğinde, her kasidede birbirine benzeyen, hatta birbirinin aynı olan söyleyişlerle övdüğü kişiyi yüceltir. Bunlar adeta şairin övgüde kullandığı klişelerdir.[22]

Nef’î’nin şiirinde ahenk ve musiki önemli bir yer tutar. Açık ifadelerin yer aldığı şiirlerinde oluşan ahenk adeta ses cümbüşüdür. Şiirinde her cinsten ses tınlamaları vardır. İnişli-çıkışlı sesler şiirine coşkunluk, karışıklık, gök gürlemesi sesi verir. Kelimelerin uzak anlamlarından çok musikisini hissettirir. Şiir sanatının bütün özelliklerini korurken musiki coşkusu ve sevincini de şiire sokar. Böylece Nef’î, şiirde musiki hazzını ve zevkini tattırır. Mısralarında nağmeler sızar, çınlamalar duyulur. Dile ve şiir ahengine hâkimiyeti, kelimelerin anlamını, kurulan hayalleri unutturur. Şiirinin ahengi okuyucu sürükleyip götürür. Ahenk sağlayıcı unsur olarak bilhassa kasidelerinin methiyeye giriş kısmında sıkça aliterasyona başvurur.[23]

Nef’î, kasidelerinin nesiblerinde bahar mevsiminin güzelliğini, bayram sabahının sevincini, at sevgisini, savaş tasvirini, aşk ye şarap zevkini, İstanbul'da deniz kenarında yaptırılmış kasırların güzelliklerini dile getirmiştir. Manayı her zaman önemseyen şairde manaya bağlılık ve mana birliğini koruma çabası hissedilir.[24] Divan şiirinin yapısı icabı her beyit müstakil olmakla beraber Nef’î, kendisinden önce gelmiş şairlerden farklı olarak, kasidenin nesib, teşbib, mehdiye, fahriye gibi kısımlarını beyitleri bir cümle gibi kullanmakla paragraf haline getirmiştir.[25]

Eski şairlerimiz arasında fahriyeye en çok yer ayıran Nef’î'dir. Medihde gösterdiği başarıyı, Örfî etkisiyle, kendini övmekte de gösterir. Denilebilir ki kasideye Nef’î damgasını vuran, medih bölümü kadar onun bu fahriyeleridir. Kasidelerinin fahriye bölümlerinde kendini methederken, rakiplerini zemmederek kasideye hicvi de katmış, böylece överken ve övünürken diğerlerini yermiş ve hicvetmiştir. Bu da onun kasidesine günlük olayları da katarak diğerlerininkinden apayrı bir özellik kazandırmıştır.[26]

Kasidesinde methettiği kimseyle sanki karşı karşıya konuşur gibidir. Bu teklifsizce davranışı ile seleflerinin yani kendisinden önce gelmiş şairlerin yapamadığını yapar, kendi şahsî meselelerini konunun içine katar, düşmanlarını yerer, hiciv yazma huyu için bahaneler ileri sürer. Onun kasideleri, bazen bir dostuna içini dökmek için, bazen de bir büyüğe kötü ahvalini bildirip yardım dilemek için veya düşmanlarından şikâyet için yazılmış mektuplar gibidir.[27]

Nef’î, kullandığı dil bakımından, devrinin diğer şairleriyle aynı özelliği gösterir. Kendisi Sebk-i Hindi şairlerinden sayılmamakla birlikte, bu dönemin dil ve üslup anlayışına sahiptir. Devrinde yaygın olan bol yabancı kelime kullanımı onda da görülür. Fazla yaygın olmayan Arapça ve Farsça kelimelerden redifler oluşturur. Bu redifler ancak sözlüklerde bulunabilecek kelimeleri kullanma zorunluluğunu beraberinde getirmiştir. Kullandığı sözlü terkip ve tamlamalar anlamı yoğunlaştırır. Vezin ve kafiyedeki ustalığı, konuyu istediği şekilde yönlendirme imkânı sağlar. Vezinde sık rastlanan imaleyi ahengi güçlendirme unsuru olarak kullanır.[28]

Divan edebiyatında Nef’î, kendine has bir eda oluşturmuş, Nef’îyâne söyleyiş kendinden sonra gelen pek çok şairin ilgisini çekmiş, pek çok şair onun takipçisi olmuştur. Nef’î, tarzının ve gür sesinin kendinden sonraki şairlerde devam edeceğinden emindir:

                        Ben ölürsem yine âşüfte olur halk-ı cihân

                        Hüsn-i ta’bîr-i zebân-ı çemen-i hâkimden             (Kıt’a 8/11)

 

            Kaside vadisinde Nef’î kendinden sonra yetişen her şairin ustasıdır. Divan edebiyatı geleneğinin son şairi sayılan Yenişehirli Avni Bey’e kadar her şair kasidede onun izini takip eder.[29] Nitekim Avnî, aşağıya aldığımı beyitte kendisini Nef’î’den üstün görmektedir. Fakat gelenekte, şairlerin kendilerini üstat kabul edilen, adları efsaneleşmiş şairlerle kıyaslamaları adettendir. Dolayısıyla, bu kıyas, Nef’î’nin büyüklüğünün delilidir:

                                   Farisi söylemeğe tövbe ederdi Nef’î

                                   Farisiyât-ı bülendimden alaydı peygâm                (Avnî)

 

Eserleri:

            Nef’î¸ kaside ile emsalsiz bir şöhret yakalamış, mesneviyle uğraşmamış, nesre ise kendi tabiri ile “tenezzül eylemem”iştir:

Tenezzül eylemem inşâya eylesem belki

            Müsebbihân-ı felek virdi derdi inşâmı

Türkçe ve Farsça iki divanı bulunan şair, bunların yanında Sihâm-ı Kazâ isimli bir de hiciv mecmuası kaleme almıştır.

 

Türkçe Divan:

Nef’î, Türkçe divanında kasidelere ağırlık vermiştir. Kaside yazmada Nef’î, Enderunlu Fazıl’dan sonra (84 kaside) ikinci sıradadır (62 kaside).[30] Saltanatına şahit olduğu 3 padişah, değişik devlet yetkilileri ve din adamlarına çeşitli vesilelerle kasideler yazmıştır. Nef’î, kasidelerinde övgüye ağırlık vermiş, bu arada sıkça fahriyeye başvurmuştur. Mimari özelliği olan yapıların tasvirleri, şehir ve çevre güzellikleri, sözün güzelliği, sultan atlarının tasviri, Ramazaniye, cülûsiyye, ıydiye, bahariye, gibi değişik konuların işlendiği kasidelerinden birçoğu oldukça tanınmış ve sevilmiş eserlerdir.

Nef’î, kasidelerinde Osmanlı tarihine vesikalık edecek konulara da yer vererek eserlerini, edebi edile ifadesini bulmuş tarihi belgeler şekline dönüştürmüştür. Bu tür kasidelerinde şair, savaş, kahramanlık gibi tablolar sergilemede oldukça başarılıdır.[31]

 

 

Tenkitli metinde 62 kasidenin dışında, 1 terkib-i bend (saki-name), 1 mesnevi, 9 kıt’a-i kebire, 134 gazel, 2 kıt’a, 4 nazm, 5 rübai, 16 müfred bulunmaktadır.[32]

 

Farsça Divan:

Nef’î, Farsça divanında şiirlerini tasavvufî aşk çevresinde yoğunlaştırır. Kişiliği ilahi aşka daha yakındır. Eser, şairin Fars dili ve kültürüyle ilgili birikimini örneklemesi bakımından önemlidir. Nef’î’nin başarısı bir yabancının yabancı bir dil ve kültürde gösterdiği başarıdan öteye geçmez.[33] Eser 16 kaside, 1 terci-i bend, 1 kıt’a-i kebire, 21 gazel ve 171 rubaiden oluşur.

 

Sihâm-ı Kazâ:

Nef’î’yi kaside şairi olarak üne kavuşturan eseri Türkçe divanı ise, hiciv ustası olarak üne kavuşturan da “Kaza Okları” anlamını taşıyan Sihâm-ı Kazâ adlı hiciv mecmuasıdır. Eser, nüktedan bir zihnin ürünüdür. Nice nüktelerin de yer aldığı eserin itham, hakaret ve sövme ile ilgili ifadelerle dolu oluşu edebi değerine gölge düşürür.[34]

Şair eserinde babasını yermekle işe başlar. Daha sonra devrinde yetişmiş devlet adamları, sanatkârlar, şair ve edipler şairin kılıç gibi keskin dilinden nasiplerini alırlar. Eserde çeşitli nazım şekilleri kullanılmıştır. [35] Yerilen kişilerin bazen isimleri verilir, bazen de kimi yerdiğini üstü kapalı olarak ima edilir.

Nef’î, Sihâm-ı Kazâ’da Türkçe ve Farsça divanlarda kullandığı dili daha munisleştirerek kullanmıştır. Özellikle kıtalarında kullandığı dil günümüz okuyucusunun da çok zorlanmadan anlayabileceği seviyededir. Ancak divanlarında kullandığı dilden farklı olarak hicviyelerinde halk argosuna fazlaca yer vermiş Türkçenin arkaik olarak ifade edilebilecek terim ve kelimelerini çok kullanmıştır.[36]

 

Ölümü:

Nef’î’nin hayatı gibi ölümü hakkında da yeterli bilgi bulunmamaktadır. İncelediğimiz devrin tarih yazarları[37] ve tezkirecileri[38] bu konuya ya hiç değinmemekte ya da yalnız tarih vermekle yetinmektedirler. Bunların içerisinden yalnız Nâimâ, konuyu ayrı bir başlık altında ele alır. Gerek rivayetler, gerekse kaynakların verdiği az miktarda bilgi Nef’î’nin dili yüzünden katledildiği üzerinde birleşirler.

IV. Murad, Nef’î’ye çok değer vermiş, onu şiir söylemede yegâne söz sahibi olarak tanımlamıştır:

Gelün insaf idelüm fark idelüm mikdârı
Şâ'irüz biz de diyü lâf u güzâfı koyalum

 

İdelüm bî-meze söz söylemeden istiğfâr
Dâmen-i Nef’î-i pâkize-edâyı tutalum

 

Biz kelâm nâkiliyüz nerde o sâhib-güftâr
Ona teslim idelim emrine münkâd olalum  (Muradî, IV. Murad)

 

Nef’î’nin IV. Murad tarafından kayırıldığı, korunduğu ortadadır. Bu tavır, devrin diğer şairlerinin tepkisini çekmiş, Nef’î’yi kıskanmalarına, ona kin beslemelerine yol açmıştır. Bu şairlerin Nef’î’yi gözden düşürmek için her fırsatı değerlendirdiklerini tahmin etmek zor değildir:

Esdi nesîm-i nevbahâr açıldı güller subhdem

Açsın bizim de gönlümüz sâkî meded sun câm-ı Cem

 

matla’lı “bahâriyye” (Der Medh-İ Sultân Murâd Hân Aleyhirrahmetü Velgufrân) hakkında gerçeklik payı bilinmemekle birlikte bir hikâye bulunmaktadır. Düşmanları Nef’î’nin padişah tarafından gösterilen iltifata layık olmadığını söylemişler. Bu sözler Sultan Murad’a kadar ulaştırılmış. Bunun üzerine padişah şairi denemek ve düşmanlarının ağızlarını kapamak için Aynalıkavak’taki sarayına çağırıp bir kaside söylemesini ister. Nef’î koynundan bir kâğıt çıkarıp bu kasideyi okur. Şiiri pek beğenen Sultan Murad kasideyi ister. Kâğıdın boş olduğunu ve Nef’î’nin kasideyi hemen oracıkta irticalen söylediğini anlayınca pek memnun olur ve şairin ağzının mücevherle doldurulmasını emreder.[39]

Nef’î’ye gösterilen ilgi devrin şairleri arasında bir nevi gruplaşmaya yol açmıştır. Şair, Kaf-zâde Fâizî, Nev’î-zâde Atâyî, Ganî-zâde Nâdirî, Veysî ve Riyâzî gibi bu devrin çoğunluğu yüksek mevki sahibi de olan şair ve edipleri tarafından şiddetle eleştirilmiş ve hicvedilmiştir. Buna karşılık Nef’î’yi takdir eden diğer grup da IV. Murad gibi ona methiyeler yazmışlardır. Eski edebiyatımızda nadir şaire yazılan bu methiyeleri kaleme alanlar arasında Edirneli Âlî, Ünsî, Cevrî Şer’î-i Bağdâdî, Malatyalı Şehrî vardır. Nef’î’nin kendisini beğenmeyerek kötüleyenleri kasidelerinin fahriyelerinde ve Sihâm-ı Kazâ’sında ağır bir dille hicvetmiştir. Padişahın diğer şairlere tercih ettiği Nef’î’ye devlet erkânı da ilgi göstermiştir. Mesela, İlyas Paşa’nın ona bir kasidesine gönderdiği armağan o dönemde bir insanı zengin etmeye fazlasıyla yetecek kadardır.[40]

Nef’î’nin hicivleri Sihâm-ı Kazâ ile ayyuka çıkar. Nef’î, bu eserinde babasından başlayarak devrin hemen bütün devlet büyüklerini, şairlerini sanatkârlarını hicvetmiştir. Sadrazam Gürcü Mehmet Paşa, Ekmekçizâde Ahmet Paşa, Kemankeş Ali Paşa, Hafız Ahmed Paşa, Halil Paşa, Recep Paşa, Bâki Paşa hicvettiği devlet adamların başında gelir. Ayrıca Fırsatî, Geredeli Nigâr, Ganizâde Nâdirî, Nihâlî Çelebi, Dilkeç Ömer, Mantıkî, Veysî, Hâfız, Meşrebî, Ruhî, Azmizâde Hâletî, Fâ’izî gibi dönemin birçok şairi de Nef’î’nin hiciv oklarına hedef olmuştur.

Şair, Kaf-zâfe Fâ’izî için aşağıdaki beyitleri söylemektedir:

                                       O letâfet  mi var eş’âr-ı safâ-bahşımda

                                       Ki keder vere anadahl-i hasûd-ı hodkâm

 

                                       Dahl eden de sözüme bârî bir üstâd olsa

                                       Söyledikce beni ma’kûl ile kılsa ilzâm

 

                                       Nev-heves bir müteşâ’ir ki dahi bin yıl eğer

                                       Fikr-i şi’r etse görünüryine endîşesi hâm

 

                                       Ne bilir zevk-i suhan n’eydüğin olursa Mesîh

                                       Tıfl-ı nev-resteee-i nâ-şüste-leb-i şîr-âşâm

 

                                       Eb ü ceddiyle tefâhür eden ebced-hânın

                                       Ehl olan redd ü kabûlüne verir mi ahkâm

 

                                       Kûh-ı Kaf olsa gelir nokta-i fâ denli hafîf

                                       Merd-i Rûyîn-tene tıfl-ı  müteharrik-endâm            (K 50/69-74)

 

Aynı dönem şairlerinden Mantıkî (ö. H. 1045/M. 1635-36), Nef’î’ye “avamdan” demiştir. Buna kızan Nef’î, İlyas Paşa’ya sunduğu kasidede, Mantıkî’yi şu beyitlerle yeriyor:

Baña âmî diyen bâtıl ne herze yir a köpek câhil

Edebde ol dahı zu’mince sâhib-tab’ u molâdur

 

Mukallid mashara mudhik tutalum Mantıkî olmış

Nice mollâ olur ol har aceb bîhûde da’vâdur

 

O gûne mudhiküñ eş’ârına söz mi dir ehl-i dil

Nihâyet ol kadar vardur ki mevzûn u mukaffâdur

 

Nazîre diye Kur’ân’a niçün katl olmaz ol bî-dîn

O gûne kâfirüñ katli niçün muhtâc-ı fetvâdur

 

Beni medh anı zemm itmek degül ma’nîde maksûdum

Hakîkatdur sözüm sözde murâdum hakkı icrâdur[41]   (K 47/63-67)

 

Şeyhülislam Yahya Efendi, Nef’î’yi cahiliye devri Arap şairlerinde İmri’ü’l-Kays’a benzeterek, şu meşhur dörtlüğü yazar:

 

Şimdi hayl-i suhanverân içre

Nef’î mânendi var mı bir şâ’ir

Sözleri seb’a-i mu’allakadur

İmri’ü’l-kays kendüdür kâfir

 

Nef’î, buna cevap olarak şu dörtlüğü yazmıştır:

                                   Bize kâfir dimiş Müftî Efendi

                                   Tutalum ben diyem aña müsülmân

                                   Varıldukda yarın rûz-ı cazâya

                                   İkimüz de çıkaruz anca yalan

 

Kendisine “kelb” diyen Tâhir Efendi’ye misliyle mukabele etmesini bilmiştir:

Baña Tâhir efendi kelb dimiş

İltifâtı bu sözde zâhirdür

Mâlikî mezhebüm benüm zîrâ

İ’tikâdumca kelb “tâhir”dür[42]

 

Tıflî’nin de Nef’î için yazdıkları o dönemde Nef’î’ye düşmanlığın hangi noktalara geldiğini göstermektedir:

Nef’î’yi rû siyehin niydüğünü hep bildik

Kendi çingânedir amma babası Kürd-i pelid

Şimdi bildirdi dahi âl-i Rasul’ün buğzun

Ulema düşmeni hınzîr Yezid ibn-i Yezid[43]

 

Nef’î:

İ’tikâdumca gazâ eyledüm inşâallâh

Hak bilür yok yere ben kimseye sögmem a köpek

 

diyerek haksız yere kimseyi hicvetmediğini söylemesine rağmen, çağdaşı Sa’î, Nef’î’nin dost düşman ayırt etmeden herkesi hicvettiğini şöyle belirtir:

 

Merdum-âzârâna ser-dâr olsan ey Nef’î n’ola

Cümle a’dâ vü ehibbâ heb yanuñda birdür

Turmayup dendân-ı hicv ile çalarsın herkesi

Sûretüñ insân ammâ sîretüñ hınzîrdür[44]

 

Dönemin şairleri, Nef’î’nin üstüne üstüne gelmektedirler. Nitekim Nef’î bir şiirinde muarızlarının kendisini hicvetmek için ittifak ettiklerini söylüyor:

İttifak edip bizi hicv etmeğe cem oldular

Tıflî Kafoğlu Nevî zâde hep oğlan uşak[45]

 

Nef’î, hicivlerini söylerken şüphesiz ki padişah tarafından kollanmanın güvenine de sahipti; fakat padişahın yakınına düşen bir yıldırım Nef’î’nin hazin sonunun başlangıcı olacaktır. Nâimâ, tarihinde bu vakayı şöyle anlatmaktadır: “Sultan Murad Han hazretleri hususî meclislerinde latifelerden hoşlanmakla bazen Nef’î’yi getürüp bazı hecvlerini dinlerdi. Hatta bir gün 1039=1629 senesinde Beşiktaş’ta padişah sultan Ahmed’in köşkünde Nef’î’nin Sihâm-ı Kazâ adlı hecv mecmuasına bakarken havada gök gürültüsü ve şimşek zuhur edip pâdişahın tahtı yakınına bir yıldırım düşünce mecmuayı pâreleyüp, o çeşit saçmalıklara bakmaktan tövbe edip, terbiye olsun diye de, Nef’î’yi olduğu memuriyetten azledip hecve de tövbe ettirmişlerdi.[46]” Bu olaydan sonra İbrahim Vehbî tarafından şu meşhur beyit söylenmiştir[47]:

Gökden nazîre indi Sihâm-ı Kazâ’sına

Nef’î diliyle uğradı Hakkın belâsına

 

Sihâm-ı Kazâ’sında Gürcü Mehmed Paşa’ya yazdığı hicivde görüldüğü üzere Nef’î’nin azledilişi ilk değildir:

Üçüncü def’adur bu Hak belâsın virde mel’ûnuñ

Ki yok yire beni ‘azl itdi olmışken senâ-hân

 

Görevden azledilmeleri hiçbir zaman uzun sürmeyen Nef’î bu defa da affedilerek Edirne Murâdiye mütevelliliğine tayin edilir. Husrev Paşa’nın 1040 H. (1631 M.) yılında Bağdat üzerine yürüyüşü münasebetiyle IV. Murad’a hitaben yazdığı:

            Muzaffer ola ser-dâruñ eyâ şâhenşeh-i gâzî

            En Tebrizi koya şâh-ı kızılbaşa ne Şirâzı

 

matlalı kasidesi Nef’î Divanı’nın Cevrî tarafından istinsah edilen nüshasında “Edirne’de Murâdiye mütevellisi iken âsitâneye göndermişdür.” başlığını taşır. Edirne’den gönderdiği anlaşılan bu kasidede şair artık kimseyi hicvetmeyeceğini, eğer müsaade burulursa bundan böyle yalnız talihini hicvedeceğini söyledikten sonra padişahtan uzak kalmaktan duyduğu derin üzüntüyü belirtir[48]:

 

                                   Bugünden ahdum olsun kimseyi hicv itmeyüm illâ

                                   Vireydüñ ger icâzet hicv iderdüm bahrt-ı nâ-sâzı

 

                                   Beni dûr itdi zîrâ der-geh-i devlet-penâhuñdan

                                   Nice hicv itmeyüm bir böyle gaddâr ü çeb-endâzı

 

                                   Firâk-ı pâdişâhumla dilüñ şerh idemem derdün

                                   Bu da bir derd-i âher kim ne yârı var ne dem-sâzı (K 22/24-26)

 

Nef’î sürgüne gönderildiği Edirne’den yeniden İstanbul’a dönebilmek için IV. Murad’a kasideler sunmuştur. Sultan Murad’ın Edirne’ye gelişi üzerine sunduğu kasidede Nef’î, padişahın Edirne’ye gelişiyle Edirne’nin diğer şehirleri kıskandırdığını ve halkın gündüzünün bayram, gecesinin de Kadir gecesi gibi olduğunu söyleyecektir[49]:

 

Merhabâ ey pâdişâh-i âdil ü âlî-nijâd

Oldu teşrifinle şehr-i Edrine reşk-i bilâd

 

Devlet ü ikbâl ile Dârü’s-selam olsun sana

Gerçi olmuş bir zaman ecdâdına Dârü’l cihâd

 

Gündüzü îd ü şebi Kadr oldu gûyâ halkının

Müjde-i teşrîfin etdi dillerin ol denlü şâd[50]             (K 25/1-3)

 

 

Kendisi de Murâdî mahlasıyla şiir söyleyen IV. Murad’a sunduğu kasideler Nef’î’nin affedilmesi ve İstanbul’da cizye muhasebeciliği ile görevlendirilmesi ile neticelenmiştir. Nâimâ’nın söylediği bir rivayete göre padişah müsaadesi ile İstanbul’a dönen Nef’î, bilinmeyen bir sebepten vezir Bayram Paşa’ya gücenmiş ve uzun bir kaside ile onu hicvetmiştir. IV. Murad, bir mecliste “Nef’î, taze bir hicvin yok mudur?” diyerek Nef’înin ağzını arar. Bunun üzerine Nef’î, Bayram Paşa için yazdığı hicvi padişahın eline verir. Padişah okuyup beğenir ve Bayram Paşa’yı çağırarak kasideyi gösterip Nef’î’nin katline izin verir.[51]

Nâimâ, “Müverrih böyle yazmıştır ama halk arasında meşhur olan şöyledir” diyerek bir başka rivayeti aktarmaktadır: Bu rivayete göre IV. Murad hususî meclisinde Nef’î’ye “Bayram paşayı hicv eyle!” diye ısrar eder. Nef’î, padişahın isteğini yerine getirince Bayram Paşa bunu duyar ve padişahın huzuruna gelerek, “Bu hicivden sonra halk arasında benim ırzım ve mevkiim kalmadı. Padişahım, ol habisin katline izin ihsan eyle!” diye ısrarla yalvarır ve padişah da Nef’î’nin katline izin verir. Nâimâ, bu hikâyenin aslı olmadığını, müverrihin sözlerinin doğruya daha yakın olduğunu söyler. Bunun sebebi olarak vezirleri hicvetmeye müsaade etmenin padişahlara yakışmayacağını belirtir.[52] Bu bilgilerden sonra Nef’î için yazılan Farsça bir beyite yer verilir:

                                   Ân şâir-i hecâgû ki nâm-ı ost nef’î

                                   Katleş beçâr mezheb vâcib çü katl-i ef’î

 

(Hicivci bir şair olan Nef’î’nin dört mezhebe göre de katli, bir yılan öldürür gibi vaciptir.)

Mefhumu üzere günün bilginleri, kanını akıtmanın mübah olduğunu kabul ettiler.[53]

Tulga Ocak, “lâ edri” olarak geçen bu beytin, Kafzâde Fâizî’ye ait olduğunu iddia eder. Buna delil olarak da bir Sihâm-ı Kazâ nüshasında gördüğü ve söz konusu beyite cevap olarak söylendiği anlaşılan aşağıdaki dörtlüğü gösterir:

                                   Kâfoğlu nasîhatdür işit bu sözi benden

                                   Bil rütbe-i ‘irfânunı yârâna ulaşma

                                   Zehri katı mühlikdür anun bir dahi zinhâr

                                   Ef’î’ye ulaş……….. Nef’î’ye ulaşma          

 

Nâimâ, vakayı anlatmaya şöyle devam eder: “Zavallı fakiri çağırıp, o da hiçbir şeyden habersiz geldikte pek çok azarladıktan sonra:

-Kaldırın!

Denilerek saray odunluğunda hapsedilmiş ve orada boğularak denize atılmıştır.

Asrın bilginleri ve büyükleri, Nef’î’nin öldürülmesinden dolayı sevinip, bilhassa dilinin uzunluğundan yaralanmış olan büyükler ve âyân bu hususta Bayram paşayı pek çok dua ettiler!

Maan-zâde Hüseyin beyden işittim. Bayram Paşa Nef’î’yi yakalamak için ferman edip taşra çıkardıklarında Boynu eğri, Çavuş-başı imiş, bir Türk âdemisi olmakla, önüne düşüp:

-Gel Nef’î Efendi, odunlukta bir hiciv düzecek kişi vardır, gel gör!

Deyû Türkvarî târiz etmiş. Nef’î hayattan meyus olup:

-Yürü, bildiğinden kalma bire mel’un Türk demiş. Aşağıya yukarıya pek çok sövüp saymış.[54]” Bu satırlardan sonra Nâimâ’nın hiciv hakkındaki yorumları yer almaktadır.

“Hak budur ki hiciv, şeriatça makbul olmayan bir rezillik, düşünce ve vakitleri buna harcamak da ayıp ve fenadır. Bu yola dökülenler, behrement ve kâmyab olmayup çoğunun sonu dünyada harap ve ahrette dahi azaba müstahak olduğunda şüphe yoktur.

Şiirin anlayışlı lisanları, bilinmeyen hazinelerin anahtarı olan ve olağanüstü yazılar yazan şairler, kalemlerini kötülükle kirletmeyi münasip görmezler.[55]

Nef’î’nin akıbeti üzerine bir başka rivayet Muhibbî tarafından dile getirilmiştir. Hulâsatü’l-eser adlı eserinde Muhibbî, Nef’î’nin Bayram Paşa’yı hicvettiğini, Paşa’nın buna mukabil devrin genç şairlerinden Nâ’ilî’ye onu hicveden bir şiir yazdırdığını, bunu bir toplantıda Nef’î’ye verip okuttuğunu, Nef’î’nin şiiri okuduktan sonra kâğıdı Bayram Paşa’nın yüzüne fırlattığını ve bu harekete çok kızan paşanın da şairi öldürttüğünü bildirir.[56]

Fuad Köprülü ise Nef’î’nin ölümü üzerine bu rivayetlerin dışında başka bir ihtimalin varlığından söz etmiştir. Köprülü, eski mecmualarda IV. Murad aleyhinde çok ağır suçlamalar içeren bir şiirin var olduğunu söyledikten sonra, “eğer bu kıt’a hakikaten Nef’î’ye ait ise yahut Nef’î’ye ait olmamakla beraber düşmanları tarafından ona isnat edilerek, padişaha gösterilmişse, şairin katlinde asıl bunun müessir olduğu muhakkaktır” demektedir. Köprülü’ye göre bu ihtimali kuvvetlendiren en mühim nokta şöyledir: “Nef’î o zamana kadar birçok vezirleri, sadrazamları hicvetmiş, fakat bunlar hiçbir zaman onun katlini intaç etmemişti; IV Murad o kadar sevip takdir ettiği büyük şairi, bir vezirin hatırı için fedâ etmezdi. Ona yapılacak ceza vaktiyle de birkaç defalar olduğu gibi, nihayet bir azilden, en fazla bir nefiyden ibaret kalırdı. Binâenaleyh bu meselede doğrudan doğruya padişahın müessir olduğunu ve bunun da ancak kendisi aleyhine yazılmış bir hicivden ileri geldiğini kabul etmek daha makûldur. Tarihî menbaların bu son meseleden hiç bahsetmeyerek başka rivayetlerle iktifâ etmeleri de bu mülâhazamızı te’yit edecek mâhiyettedir. Esâsen, başka menba’ların fazla tafsilâta girişmemeleri ve meselâ Kâtip Çelebi’nin yalnız Bayram Paşa hicvini ileri sürmesi Şeyhî’nin de sadece gazab-ı hüserevâneye mahzar olduğunu kayıt ile iktifâ etmesi de mânîdârdır.”[57]

Abdülkadir Karahan, Raif Yelkenci’de Nef’î’ye mal edilen ve IV. Murad için çok ağır bir ithamın yer aldığı bir kıt’a gördüğünü söylemekte ve “Bu dörtlük eğer gerçekten onun tarafından yazılmış ve padişahın kulağına kadar götürülmüşse, herhalde, boğdurulmasının asıl sebebi bu olmalıdır” demektedir. Bununla birlikte Karahan, bu görüş için kesindir hükmünü vermemekte ve sadece böyle olabilir, diyerek konuya ilişkin şerhini düşmektedir.[58] Ne Köprülü ne de Karahan, IV Murad’ı hicveden bu şiiri nakletmemişlerdir. Tulga Ocak “Hicv-i Nef-î bâ-ibram-ı Sultan Murad ve sebeb-i katleş” başlığını taşıyan “anlar da bundan” redifli söz konusu hicv kıt’asının ifade kusurları bakımından Nef’î’ye ait olma ihtimalinin zayıf olduğunu söyler.[59] Divanı ve Sihâm-ı Kazâ’yı yayına hazırlayan Metin Akkuş, Sultan Murad gibi bir şahsiyetin başkalarının isteği üzerine Nef’î gibi gözbebeği bir şairini öldürtmesini yaşanan şartlar açısında tutarlı bir davranış olarak görmez. Şairin, sultanı öfkelendirecek bir davranışta bulunması ve bir hicvinde bizzat sultanı hedef aldığı için öldürülmesi ihtimali üzerinde durur. Söz konusu şiirin ise Nef’îyâne söyleyişle uzak-yakın ilgisinin olmadığı kanaatini taşır.[60] Nef’î’nin katline sebep olma ihtimali olan şiir şöyledir:

 

Yeniçeri ağası ahz ü atası

Bir hoş duâsı anlar da bundan

 

Kızlar ağası yüzler karası

Hakkın belâsı anlar da bundan

 

Müftî Efendi fetvâ menendi

… derd-mendi anlar da bundan

 

Sahib-hilâfet oldu dü âfet

Kuzgun kıyâfet anlar da bundan

 

Nef’î vefâdır şi’riyle nâdir

Ol puşt-kâfir anlar da bundan[61]

 

İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi T.Y. 5551’de kayıtlı Nef’î divanı nüshasının başında aynı şiir başlıksız ve biraz farklı bir muhteva ile yer almaktadır:[62]

 

Gümrük emîni fakrın muîni

Hakkın yakîni anlar da bundan

 

Pâşâ-yı kapûdan bul hayr u ihsân

Ol ziyâde cân anlar da bundan

 

Sâhib-ziyafet kuzgun kıyâfet

Ol merd-i afet anlar da bundan

 

Nef’î’ye himmet hâil nühûset

Şeytana minnet anlar da bundan[63]

 

İsmail Belîğ “biñ kırk senesinde tîg-i gazab-ı pâd-şâhile katl olındı”[64] derken Kâtip Çelebi , “Harâc muhâsebecisi iken Bayram Paşa’yı hicv itdikde Sultân Murad Hân’dan istîzân idüp şa’bânın sekizinci günü sarâyında boğdurdı.”[65] İfadelerini kullanarak Nef’î’nin ölümü ile Sultan Murad arasında bağlantı kurarlar. Kâtip Çelebi daha sonra şair hakkında şu yorumları yapar: “Şâ’ir-i mezbûr müferrid-i zemâne, vâdî-i hicivde yegâne, sâhib-i dîvân, şâ’ir-i mühtedân idi. El-hak hiciv-gûylukda cümle şu’arâyı geçmişidi. Kasâ’idi dahi müsellem-i ‘âlem ve bi’l-cümle şi’rde nazîri nâdir âdem idi. Afâ Allahu ‘anhu[66]

Nef’î’nin ölüm tarihi üzerinde tıpkı ölüm sebebi gibi farklı bilgiler olsa da ölümüne düşürülen tarihler Nef’î’nin 1044 H. senesinde hicivleri sebebiyle öldürüldüğünü göstermektedir:

Geçti Sihâm-ı Kazâ

*               

Nagehân geldi bir eksikli, dedi târihin

Ah kim kıydı felek Nef’î gibi üstâda

*

Katline oldu sebep hicvi hele Nef’î’nin

 

Nef’î’inin boğulduktan sonra denize atıldığı bilgisine de tereddütle yaklaşmak gerekecektir. Bir Sihâm-ı Kazâ nüshasında yer alan belgeye göre şairin mezarı sarayın Sirkeci tarafında bulunmaktayken mezar taşı önce Bâb-ı Ali’nin hariciye kapısı cihetine, oradan da hariciye dairesinin karşısındaki bahçeye taşınmıştır.[67]

            Sebepler ne olursa olsun, Nef’î, kabına sığmayan sivri dili, kılıç gibi keskin kalemi yüzünden öldürülmek üzere Bayram Paşa’nın ellerine terk edilmiştir. Denildiğine göre şair, idam edileceği saatte,- hemen hemen bütün şiirlerinin en güzelleri başında gelmeye değeri olan- şu enfes rubâî’yi inşat eylemiştir:

 

Ey dil heme âlemde bir âdem yoğ imiş

Var ise de ehl-i dile mahrem yoğ imiş

Gam çekme hakikatde eğer ârif isen

Farz eyle ki el’ân yine âlem yoğ imiş[68]

 

Sonuç olarak, Nef’î’nin ölümünün de hayatı gibi pek çok karanlık noktayla dolu olduğunu görmekteyiz. Türk edebiyatının en büyük şairlerinden birisi olan Nef’î’nin ölümüne tarih kitaplarında olsun, tezkirelerde olsun neredeyse hiç yer verilmemiş, yazarlar ve şairler adeta bu konuya temas etmekten çekinmiş ve kaçınmışlardır. Bu da Nef’î’nin ölüm sebebinin doğrudan padişaha yönelik bir hareketten kaynaklandığı düşüncesini kuvvetlendirmektedir.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

KAYNAKÇA:

 

AKKUŞ, Metin; “Ömer Nef’î’nin Hayatı ve Biyografi Problemleri” Atatürk Üniversitesi, Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi, Sayı: 3, 1995. 

AKKUŞ, Metin; Nef’î Divanı, Ankara, Akçağ Yayınları, 1993.

AKKUŞ, Metin; Nef’î ve Sihâm-ı Kazâ, Ankara, Akçağ Yayınları, 1998.

            AYAN, Hüseyin; Nesîmî, Hayatı, Edebî Kişiliği, Eserleri ve Türkçe Divanının Tenkitli Metni, I-II, Ankara, Türk Dil Kurumu Yayınları, 2002.

AYCİBİN, Zeynep; Katip Çelebi, Fezleke, Tahlil ve Metin, Yayınlanmamış Doktora Tezi, İstanbul, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi, SBE, Ortaçağ Tarihi Anabilim Dalı, 2007.

ÇAVUŞOĞLU, Mehmet; “Kasîde Şâiri Nef’î”, Ölümünün Üçyüzellinci Yılında Nef’î, Atatürk Kültür Merkezi Yayını, Ankara 1991.

ÇİFTÇİ, Cemil; Maktul Şairler, İstanbul, Kitabevi Yayınları, 1997.

İPEKTEN, Haluk; Nef’î, Hayatı Sanatı Eserleri, Ankara, Akçağ Yayınları, 2004.

İsmail Belîğ; Nuhbetü’l-Âsâr Li-Zeyli Zübdeti’l-Eş’âr, Haz. Abdulkerim Abdulkadiroğlu, Ankara, AKM, 1999.

KARAHAN, Abdülkadir; “Ölümünün 319. Yıldönümünde, Vesikaların Işığı Altında Nef’î’nin Hayatından Çizgiler”, Türk Dili Dergisi, Cilt III, Sayı 29, Ankara, 1954.

KARAHAN, Abdülkadir; Nef’î Divanı’ndan Seçmeler, Ankara, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, 1985.

KIRZIOĞLU, M. Fahrettin; “Tolgadırlı (Dulkadırlu) Beylerinden Gelen Pasınlı Şair Ömer Nef’î’nin Sekiz Arka Atası ve Babası Şah-Mehmed’in Bir Tarih Şiiri”, Türk Dili Dergisi, Ankara, Sayı: 120, 1961.

KÖPRÜLÜ, M. Fuad; Divan Edebiyatı Antolojisi, Ankara, Akçağ Yayınları, 2006.

Nâimâ Mustafa Efendi; Nâimâ Târihi, Cilt 3, Çev. Zuhuri Danışman, İstanbul, Zuhuri Danışman Yayınevi, 1968.

OCAK, Fatma Tulga; “Nef’îve Eski Türk Edebiyatımızdaki Yeri”, Ölümünün Üçyüzellinci Yılında Nef’î, Atatürk Kültür Merkezi Yayını, Ankara 1991.

OCAK, Tulga; “Ölümünün 350. Yılında Nef’î” Hacettepe Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt 3, Sayı 2, Ankara, 1985.

Riyâzî Muhammed Efendi; Riyâzuş’ş-şuarâ, Haz. Namık Açıkgöz, Ankara Üniversitesi SBE, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Ankara, 1982.

ŞENÖDEYİCİ, Özer; “Nef’î Biyografisine Ek”, Türklük Bilimi Araştırmaları, Sayı: XXI, 2007 bahar.

ÜNVER, İsmail; “Nef’î’de Övgü Kalıpları”, Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, C: L, Sayı: 406, Ekim 1985

ÜNVER, İsmail; “Övgü ve Yergi Şairi Olarak Nef’î” Ölümünün Üçyüzellinci Yılında Nef’î, Atatürk Kültür Merkezi Yayını, Ankara 1991.

YILDIZ, Fatih; “Hiciv Oklarına Çekilen Kılıç: Nef’î’nin Ölümü”, Acta Turcica, Yıl III, Sayı: 1/2, Ocak 2011.

YÜCEBAŞ, Hilmi; Hiciv ve Mizah Edebiyatı Antolojisi, İstanbul, L&M Yayıncılık, 2004.

ZAVOTÇU, Gencay Zehri Mâr-zâde Seyyid Mehmed Rızâ, Hayatı, Eserleri, Edebi Kişiliği ve Tezkiresi, Kocaeli, 2009, www.kultur.gov.tr/.

 

 



[1] Hüseyin Ayan, Nesîmî, Hayatı, Edebî Kişiliği, Eserleri ve Türkçe Divanının Tenkitli Metni, I-II, Ankara, Türk Dil Kurumu Yayınları, 2002, s. 18.

[2] Cemil Çiftçi, Maktul Şairler, İstanbul, Kitabevi Yayınları, 1997, s. 84.

[3] Çiftçi, a.g.e., s. 76.

[4] Çiftçi, a.g.e., s. 382.

[5] Çiftçi, a.g.e., s. 448.

[6] Özer Şenödeyici, “Nef’î Biyografisine Ek”, Türklük Bilimi Araştırmaları, Sayı: XXI, 2007 bahar, s. 180.

[7] Riyâzî Muhammed Efendi, Riyâzuş’ş-şuarâ, Haz. Namık Açıkgöz, Ankara Üniversitesi SBE, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Ankara, 1982, s: 239, 240

[8] M. Fahrettin Kırzıoğlu, “Tolgadırlı (Dulkadırlu) Beylerinden Gelen Pasınlı Şair Ömer Nef’î’nin Sekiz Arka Atası ve Babası Şah-Mehmed’in Bir Tarih Şiiri”, Türk Dili Dergisi, Ankara, Sayı: 120, 1961, s. 923

[9] Abdülkadir Karahan, “Ölümünün 319. Yıldönümünde, Vesikaların Işığı Altında Nef’î’nin Hayatından Çizgiler”, Türk Dili Dergisi, Ankara, Cilt III, Sayı 29, 1954, s. 263.

[10] Abdülkadir Karahan, Nef’î Divanı’ndan Seçmeler, Ankara, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, 1985, s.3

[11] Tulga Ocak, “Ölümünün 350. Yılında Nef’î” Hacettepe Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt 3, Sayı 2, Ankara, 1985, s. 2

[12] Karahan, a.g.e., s. 4.

[13] Gencay Zavotçu, Zehri Mâr-zâde Seyyid Mehmed Rızâ, Hayatı, Eserleri, Edebi Kişiliği ve Tezkiresi, Kocaeli, 2009, www.kultur.gov.tr/. s. 145, 146.

[14] Tulga, a.g.m., s. 10.

[15] İsmail Ünver, “Nef’î’de Övgü Kalıpları”, Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, C: L, Sayı: 406, Ekim 1985, 150.

[16] Tulga, a.g.m., s. 10.

[17] Karahan, a.g.e., s. 13.

[18] Karahan, a.g.e., s. 13.

[19] Tulga, a.g.m., s. 10.

[20] Karahan, a.g.e., s. 14.

[21] Tulga, a.g.m., s. 10, 11.

[22] Ünver, a.g.m., s. 150.

[23] Metin Akkuş, Nef’î Divanı, Ankara, Akçağ Yayınları, 1993, s. 27.

[24] Tulga, a.g.m., s. 11

[25] Mehmet Çavuşoğlu, “Kasîde Şâiri Nef’î”, Ölümünün Üçyüzellinci Yılında Nef’î, Atatürk Kültür Merkezi Yayını, Ankara 1991, s. 84.

[26] Tulga, a.g.m., s. 11.

[27] Çavuşoğlu, a.g.m., s. 84.

[28] Akkuş, a.g.e., s. 30.

[29] Akkuş, a.g.e., s. 31.

[30] Akkuş, a.g.e., s. 32.

[31] Akkuş, a.g.e., s. 33.

[32] Akkuş, a.g.e., s. 33.

[33] Akkuş, a.g.e., s. 36.

[34]  Metin Akkuş, Nef’î ve Sihâm-ı Kazâ, Ankara, Akçağ Yayınları, 1998, s. 103.

[35] Akkuş, a.g.e., s. 103, 104.

[36] Akkuş , a.g.e., s. 119.

[37] Mehmet bin Mehmet, Nuhbetü’t-Tevarih ve’l-Ahbar; Ayni Ali (Müezzinzade), Kavanin-i Ali Osman ve Hülasa-i Mezamin-i Defter-i Divan; Mustafa Koçi Bey, Risale-i Koçi Bey; İbrahim Peçevi, Tarih-i Peçevî; Katip Çelebi (Haci Halife Kalfa), Fezleke-i Tarih, Keşfü’z-Zünun; Kara Çelebizade Abdülaziz Efendi, Ravzatü’l-Ebrar Süleyman-name; Solakzade Mehmet Hemdemi, Solakzade Tarihi; Müneccimbaşı (Ahmet b. Lütfullah), Sahayifül-Ahbar; Mustafa Naima, Ravzatü’l Hüseyin fi Hülasat-ı Ahbarü’l-Hafikin (Tarih-i Naima); Fındıklılı Mehmet Ağa, Silahtar Tarihi; Bostan-zade Yahya Efendi, Târîh-i Sâf (Tuhfetü'l-Ahbâb) Vak'a'-i Sultân Osmân Hân

[38] Sâdıkî, Mema’ü’l-havâs; Rîyâzî, Riyazü’ş-şu’arâ; Fâ’izî, Zübdetü’l-eş’âr; Rızâ, Tezkire-i Şu’arâ; Yümnî, Tezkire-i Şu’arâ; Âsım, Zeyl-i Zübdetü’l-eş’âr; Güftî, Teşrifâtü’ş-şu’arâ.

[39] Haluk İpekten, Nef’î, Hayatı Sanatı Eserleri, Ankara, Akçağ Yayınları, 2004, s. 60. Karahan , a.g.e., s. 5, 6.

[40] Tulga , a.g.m., s. 3; Karahan , a.g.e., s.  6.

[41] İsmail Ünver, “Övgü ve Yergi Şairi Olarak Nef’î” Ölümünün Üçyüzellinci Yılında Nef’î, Atatürk Kültür Merkezi Yayını, Ankara 1991, s. 77.

[42] Ünver, a.g.m. s. 73.

[43] Hilmi Yücebaş, Hiciv ve Mizah Edebiyatı Antolojisi, İstanbul, L&M Yayıncılık, 2004, s. 166.

[44] Fatma Tulga Ocak, “Nef’îve Eski Türk Edebiyatımızdaki Yeri”, Ölümünün Üçyüzellinci Yılında Nef’î, Atatürk Kültür Merkezi Yayını, Ankara 1991, s. 11.

[45] Fatih Yıldız, “Hiciv Oklarına Çekilen Kılıç: Nef’î’nin Ölümü”, Acta Turcica, Yıl III, Sayı: ½, Ocak 2011, s: 283

[46] Nâimâ Mustafa Efendi, Nâimâ Târihi, Cilt 3, Çev. Zuhuri Danışman, İstanbul, Zuhuri Danışman Yayınevi, 1968, s. 1283.

[47] İpekten , a.g.e., s.61; Karahan , a.g.e., s.7.

[48] Tulga, a.g.m., 1985, s. 4.

[49] Karahan, a.g.e., s.54.

[50] Tulga, a.g.m., 1991, s. 4.

[51] Nâimâ, a.g.e., s.1283.

[52] Nâimâ, a.g.e., s. 1284.

[53] Nâimâ, a.g.e., s. 1284.

[54] Nâimâ, a.g.e., s. 1284, 1285.

[55] Naimâ, a.g.e., s. 1284, 1285.

[56] İpekten, a.g.e., s. 63.

[57] M. Fuad Köprülü, Divan Edebiyatı Antolojisi, Ankara, Akçağ Yayınları, 2006, s: 334.

[58] Karahan, a.g.e., s. 8.

[59] Tulga, a.g.m., 1985, s. 7.

[60] Akkuş, a.g.e. s. 100, 101.

[61] Çiftçi, a.g.e., s. 361.

[62] Tulga, a.g.m., s. 7.

[63] Çitçi, a.g.e., 287.

[64] İsmail Belîğ, Nuhbetü’l-Âsâr Li-Zeyli Zübdeti’l-Eş’âr, Haz. Abdulkerim Abdulkadiroğlu, Ankara, AKM, 1999, s. 490.

[65] Zeynep Aycibin, Katip Çelebi, Fezleke, Tahlil ve Metin, Yayınlanmamış Doktora Tezi, İstanbul 2007, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi, SBE, Ortaçağ Tarihi Anabilim Dalı, s. 870.

[66] Aycibin, a.g.e. s. 870.

[67] “(..) Sadrazam Bayram Paşa sa'âyitiyle (1044) sene-i hicriyesinde katl edilen Nef’î i merhumun saray odunluğunda habs edilerek ba’de boğulup deryâya atdırıldığı Nâ'imâ tarihinde muharrer ise de Nefi’nün Sadr-ı a’zamlarun ol vakt konağı olan bâb-ı âli'nün tomruk da' iresi odunluğunda ba'de'l-katl bâb-ı âli'nün Sirkeci İskelesi cihetine nâzır olan kapusı yanına defn edildiği Sultan Mahmûd-ı sânî ve Abdülmecid zamanlarında bâkıyye kalkmış olan bâb-ı âli hulefâ-yı kudemsından pekçok zevâtdan işidilmişdür

Sabâvetimüz zamânı olan 1270/ [1853] tarihlerinden bâb-ı âlî’nün bir nev' bâğçe hükmünde olalı havlısına li-ecli’t-tenezzüh ekseriyâ gider idük. Sirkeci İskelesi tarafındaki kapudan girildigi vakt sol tarafda mevlevi sikkesiyle yazıdan âri bir mezar var idi ki Nefi'nün kabridür. 1288: [1871] senesinde Mahmüd Nedim'ün ilk sadâretinde seng-i mezar oradan kaldırılarak biraz sol tarafa konulmuş ve sonra Cevâd Paşa'nun sadaretinde kütübhânenün inşâsı cihetiyle mezar oradan dahi kâmilen kaldırılup bâb-ı ‘âlî’nün hariciye dairesi karşusındaki bâğçeye götürüImişdür. Seng-i mezar o bâğçede eI-yevm mevcüd ise de bâğçeye girilmek memnû’dur....:

27 cemâziyelâhir1336/[1917] 11 mart 1334 pazartesi

Sefinetü's-sâfi muharriri

Ed'afü'l-'ibâd

Ahmed Sâfi”

Metin Akkuş, “Ömer Nef’î’nin Hayatı ve Biyografi Problemleri” Atatürk Üniversitesi, Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi, Sayı: 3, 1995, s. 208, 209.

[68] Karahan, a.g.e., s. 8.


Yorumlar - Yorum Yaz