Mehmet Akif'e Dair (sondakika32.com)

                                       MEHMET AKİF'E DAİR

27 Aralık Mehmet Akif’in ölüm yıldönümü. Bu yıl büyük şairin hakka yürüyüşünün 77. sene-i devriyesi. Rahmetle anıyoruz.
 
Akif denilince, hemen aklımıza İstiklal Marşı geliyor, ardından da Çanakkale Şehitleri’ne ismiyle anılan şiiri. Çoğumuz bu iki şiir etrafında değerlendiriyoruz Akif’i. Oysa onu anlamak için her okuyuşta gönlümüzü titreten bu şiirlerin biraz ötesine geçmek gerekiyor.
 
Akif’in çocukluk yılları Osmanlının içte ve dışta çok büyük sıkıntılar çektiği bir döneme rastlar. Bu dönemde Abdülaziz tahttan indirilmiş yerine önce V. Murad geçirilmiş onun ardından da Abdülhamid getirilmiştir. Bir yanda Mebusan Meclisi açılmış öbür yanda Osmanlı Rus Harbi’nin acı sonuçları görülmektedir. Akif kendisini böylesi ıstıraplı ve karmaşık bir ortamda bulur. Ve hayatı boyunca da bu acılı atmosferden kurtulamaz.

Mehmet Akif, 1889 yılı yazında henüz 16 yaşındayken babasını kaybeder. Bu acının üstünden daha bir yıl geçmeden tek mal varlıkları olan evleri, eşyalarıyla birlikte yanınca Akif, yatılı okumak mecburiyetinde kalır. Bu yıllar edebiyat dünyasında Servet-i Fünun (1896-1901)’un etkili olduğu yıllardır. Şair ve yazarlar, sosyal konulardan uzak durularken, ağır ve melankolik bir üslup benimsemişlerdir. Bu devre Akif için bir anlamda hazırlık devresi olarak değerlendirilebilir. Akif asıl edebi faaliyetlerini ve şahsiyetini Meşrutiyet’in ilanından sonra (1908) gösterir. İlk şiir kitabını 1911’de yayınlar.

Mehmet Kaplanın ifadesiyle Türk edebiyatında onun kadar içinde yaşadığı devri bütün teferruatıyla gören ve gösteren başka bir şair yoktur denilebilir. Safahat, adeta bir manzum romana benzer: sokak, ev, kulübe, saray, kahraman, halk, yüksek tabaka, aydın, cahil, yerli, yabancı, Avrupa, Asya, ticaret, siyaset, harp, sulh, şehircilik, köycülük, mazi, hâlihazır, hayal, hakikat hemen hemen her şey Akif’in duyuş ve görüş sahnesine girer. Ve o bunları yalnız şiirin değil, edebiyatın bütün ifade vasıtalarıyla anlatır: tasvirler yapar, portreler çizer, hikâyeler söyler, fıkralar anlatır, konuşmalara başvurur, vaaz verir. Komik, trajik, öğretici, hamasi, lirik, hakimane her edayı, her tonu kullanır. Bu suretle Akif, şiirin hududunu nesir kadar, edebiyat kadar genişletir.

Akif,  sanat anlayışını Safahat’ın başına aldığı manzumede üç beş satırla özetler:
Bana sor kâri sana ben söyleyeyim
Ne hüviyyette şu karşında duran eş’ârım:
Bir yığın söz ki, samîmiyyeti ancak hüneri;
Ne tasannu’ bilirim, çünkü, ne san’atkârım.
Şi’r için “göz yaşı derler; onu bilmem, yalnız,
Aczimin giryesidir bence bütün âsârım!
Ağlarım ağlatamam; hissederim söyleyemem;
Dili yok kalbimin, ondan ne kadar bîzârım!
Oku, şayet sana bir hisli yürek lâzımsa;
Oku, zirâ onu yazdım, iki söz yazdımsa
 
Şair büyük bir tevazu ile kendisini sanatkâr bile saymaz. Ona göre yazdıkları yalnız “aczinin giryesi (gözyaşı)” “hisli bir yürek”in terennümleridir. Ve hüner olarak sadece samimiyetini gösterir. Akif, bir başka manzumesinde şu ifadeleri kullanır:

Hayır, hayal ile yoktur benim alış verişim
İnan ki her ne demişsem görüp de söylemişim
Şudur cihanda benim en beğendiğim meslek
Sözüm odun gibi olsun hakikat olsun tek
 
Akif, içinde yaşadığı toplumun gerçekliğini tüm çıplaklığıyla anlatır. Sanatlı söyleyişlerden uzak duruş Akif’i bir yönüyle mahalliliğe götürür. Sokaktaki diyalogu, sıradan insanların sohbetlerini eşsiz bir şekilde şiire sokar:
 
-Aman be emmi!
-Ne var!
-Düş yorar mısın?
-Be adam,
 
Biraz nefesleneyim, dur ki, yorgunum…
-Duramam
-Neden?
-Fenama gider beklemek de..
-Vah! vah! vah!
-Bilir misin ki ne gördüm…
-Hayırdır inşallah!
-Yemek yiyip yatıverdim, tamam yarıydı gece,
Bir öyle hayvana bindim ki, seçmedim iyice,
-Peki, o bindiğin at mıydı, anlasak neydi?
-Bilir miyim? Yalınız dört ayaklı bir şeydi…
Katır mı desem?                      Eşek mi desem?
Öküz mü desem?                     İnek mi desem?
Al at mı desem?                       İdiş mi desem?
Koyun mu desem?                   Çebiç mi desem?
….
 
Akif, sosyal hayatı birçok yönüyle şiirine taşımıştır. Meyhane, Mahalle Kahvesi, Köse İmam ve Âsım’da kadın ve aile anlayışındaki çarpıklıkları gözler önüne serer. Bu manzumelerinde erkeğin kadına kötü muamelesini, onu bir eşya gibi görmesini, şeriatın kendisine verdiği boşayabilme ve dört kadın alabilme hakkını kötüye kullanışını tenkit eder.

Şair, “Meyhane” şiirine meyhaneyi tasvirle başlar. Meyhane hakkındaki düşüncelerini belirttikten sonra bir gece, sokakta dolaşmasını ve önüne çıkan bir meyhaneye girişini anlatır. Bu meyhanenin içi oldukça sefil ve viranedir. İçerde devamlı içki içen ve birbirleriyle gevezelik eden sarhoşlar vardır. O sırada açık duran kapıdan bir kadınla bir erkek içeri girerler. Kadın, meyhanedeki müşterilerden birinin karısıdır. Üç gündür eve gelmeyen, meyhanelerde gezen kocasını aramak için komşusuyla beraber yollara düşmüştür. Kadın içini döker. Evdekiler açtır, adam çalışmayıp sadece içmektedir. Kadın el kapısında çalışır. Kocası da onun kazandığı parayı içki ve kumarda yer. Bu ailenin bir oğlu, bir kızı vardır. Kız evlenme çağına gelmiştir ama

“Şu sarhoşun kızı İffet değil mi? Vazgeç aman!”

diyerek kimse semtine uğramaz. Oğlan çalışkandır, fakat okul masraflarını ödenmeyince okuldan kovulmuştur. Kalfa
“Ne haftalık, ne de aylık… Senin baban olacak
Kumarcı, oğlu için az yesin de tutsun uşak!”

diyerek evine göndermiştir. Çocuk üç akşamdır babasını sormaktadır annesi:
Sular karardı; bu saatte hiç gezer mi kadın?
O sarhoşun biri, tut kim sokak sokak aradın..
Nasıl bulursun a yavrum? Yarın gelir belki”

dediyse de çocuk durmaz. Çocuğunu avutamayan kadın komşusu Hüseyin Ağa’yı alarak kocasını aramaya çıkar.

Kadın derdini döktükten sonra içmemesi için kocasına yalvarır ve etrafındakilerden medet umar.
Herif şu halime bak, merhametli ol azıcık…
Bırak o zıkkımı, içtiklerin yeter artık.
Efendiler, ağalar, siz de bir nasihat edin,
Sizin de belki var evladınız
 
Şiir, sonu sosyal açıdan çok daha hazin tablolar içerir. Meyhanede oturanlardan bir tanesi;
                        “Senin kadın dediğin âdetâ pabuç gibidir:
                 Bir vakit taşınır, sonradan değiştirilir.” sözlerini söyler. O zamana kadar “mezar taşı” gibi kadını dinleyen kocanın ağzı birden açılır.

“Cehennem ol seni hınzır orospu, git: Boşsun!”
 
Şair, Küfe manzumesinde babası öldüğü için, ondan kalan küfe ile hamallık yapıp annesine ve kardeşine bakmak zorunda olan çocuğun isyanına şahit olur:

Fakat, baban sana ısmarlayıp da gitti sizi.
O, bunca yıl çalışıp alnının teriyle seni
Nasıl büyüttü? Bugün sen de kendi kardeşini,
Yetim bırakmayarak besleyip büyümelisin
-küfeyle öyle mi?
-hay hay! Neden bu söz lâkin?
Kuzum, ayıp mı çalışmak, günah mı yük taşımak?
Ayıp: dilencilik, işlerken el, yürürken ayak
-Ne doğru söyledi! Öp oğlum amcanın elini..
 
Şair koskoca bir ömür ve sayısız mısra boyunca hep “aczinin girye”lerini döker. O yıllar tam da sabah akşam ağlanacak yıllardır. 600 yıllık koskoca Devlet-i Aliye’nin dört yanı cayır cayır yanarken ümmet perli perişandır. Çağının insanı olarak, Akif, sokağı şiire taşır; tembelliği, cahilliği, yanlış yorumlanan tevekkülü eleştirir. Çözüm önerisi olarak en başta “ilim ve dini” gösterir.
 
Akif, hakkında söylenecek çok söz var. Biz şimdilik yazımızı onun bugün de can u gönülden “amin” diyeceğimiz bir duasıyla noktalayalım:
 
            “Müslüman mülkünü her yerde felâket vurdu..
            Bir bu toprak kalıyor dinimizin son yurdu!
            Bu da çiğnendi mi, çiğnendi demek şer’-i mübîn
            Hâksâr eyleme yâ Rab, onu olsun…
                                                           -Âmîn
            Ve’l-hamdülillâhi Rabbi’l-âlemîn”

Yorumlar - Yorum Yaz