Vurun

VURUN  

Dile kolay neredeyse on sene aynı sendikada çalıştım. Daha kurulduğu sene girmiştim. İşe girdikten sonra kaç tane başkan değişti, hepsinin de makam şoförlüğünü yaptım. Sendikanın her şeyini her işini bilirim. Taşra teşkilatlarına kadar herkesi tanırım. Daha bir kusurumu, bir yanlışımı gören duyan olmamıştır.

Altı ay kadar önceydi. İzindeydim. Eve dolmuşla gidiyordum. Aslında pek dolmuşa otobüse binmem. Başkanı evine bıraktıktan sonra makam arabasıyla evime gider yine sabah başkanı alarak genel merkeze gelirim. Bazen başkan bey Ankara dışına çıkar o zaman böyle otobüse, dolmuşa binerim. O gün de yağmur yağıyor hava soğuk dolmuş öyle kalabalık ki neredeyse üst üste gidiyoruz. Ne kadar gittik bilmiyorum. Ne olduğunu da tam anlayamadım zaten. Bir adam birden koluma yapıştı. Yüzünü falan da doğru dürüst göremedim, yalnızca bileğime yapışan yeşil paltolu kolu unutamıyorum. Ben “Kimsin?” demeye kalmadı. “Hırsız” diye bağırdı adam. “Tutun.. Vurun.. Cüzdanımı çalıyor.. Tutun! Yakalayın..!” “Ne oluyor? Ne? Kim, neyi?” demeye çalışıyorum ama nafile, dolmuşta ne kadar adam varsa çullandı üstüme “Vurun Allah aşkına, peygamber aşkına vurun!”

Tekmeler yumruklar sağıma soluma iniyor. “Durun ben bir şey yapmadım” desem de sesimi kendim bile duyamıyorum. “Cüzdanımı çalıyordu, vurun, vurun!” Vuruyorlar da vuruyorlar. Şoför “Vay şerefsiz oğlu şerefsiz! Ulan benim dolmuşumda ha.. Durun ben şimdi gösteririm ona.” dedi. Dolmuşun durduğunu kapının açıldığını fark ettim, kapı açılınca bir iki kişi dolmuştan düştü. Bir fırsatını buldum, tam adımımı aşağı atıyordum ki artık kaç el yapıştıysa arkamda, beni geri dolmuşa çektiler. Vuruyorlar da vuruyorlar. O ara açtığı kapıdan şoför de bindi. Ben artık yumruk falan hissetmiyorum. Ama kafamda büyük bir darbe hissettim, sonra bir iki tane daha daha şoför sopayla vuruyordu, kanlar akmaya başladı. Kendimi bıraktım “Tamam” dedim “Artık öldüm” Bağrış çağrış, sağdan soldan küfürler, korna sesleri geliyor. Son bir umut öne doğru atıldım. Nasıl oldu bilmiyorum, bir de baktım gözümün önünde gaz, fren pedalı kafası üstü şoför mahalline girmişim. Vücudumun diğer taraflarına darbeler devam ediyor. “Kaçıyor! Durun, vurun!..” sesleri kulağımda yankılanıyor. Sürünerek kendimi şoför mahallinin kapısından dışarı bıraktım. Yol vızır vızır Allah muhafaza her an bir araba üstümden geçebilir ama ben bunları falan düşünmüyorum. Aşağı üşünce bir güç geldi, toparlanır gibi oldum. “Yakalayın yakalayın, ön tarafta koşun, tutun”

Can havliyle kendimi karşı kaldırıma atmışım, yığıldım kaldım. Yolun karşısında dolmuş hala duruyor. Yolcular karşıya geçmeye çalışıyorlar ama yol çok kalabalık, geçemiyorlar. Ben nasıl hiç birinin altında kalmadan geçtim aklım almıyor. Adamlar karşıya geçebilseler hiç kurtuluşum yok, beni öldürecekler. Sürüne sürüne kaldırımın kenarına geldim yattığım yerden elimi kaldırdım. Bir taksi durdu taksici inip “Ne oldu?” falan dedi, “Çabuk” dedim “Beni bir kurtar!” Taksicinin yardımıyla taksiye bindim. Kafama mendil, kağıt ne varsa bastırıp kanı durdurmaya çalıştım. Taksi hareket ederken dolmuştakilerden bir ikisi bulunduğum tarafa geçtiler, Allah’tan yetişemediler, taksici de sağ olsun durmadı. Taksici “Nereye?” diye sordu. Ben perişan haldeyim ne geldiğim yeri biliyorum, ne gideceğim yeri. “Beni bir kurtar, nereye götürürsen götür” dedim. Taksici bir hastanenin önüne götürdü beni, bu arada biraz aklım başıma geldi. “Taksici ne oldu abi?” dedi “Fena benzetmişler seni.” “Sorma birader” dedim. “Biri kolumu tuttu, hırsız var dedi, bütün dolmuş üstüme çullandı.” “Taksici doğru mu?” diye yüzüme baktı, “Olur mu öyle şey” dedim, “Ben namusum için yaşarım, haram yemem.” Derken ceplerime bir baktım ki cüzdanım yok aranıyorum, taranıyorum yok. Cüzdan olmadığı gibi telefon da, diğer kağıtlar anahtar ne varsa hepsi gitmiş. “Yok” dedim, “Cüzdan yok.” Taksici zaten şüpheli, hırsız olmadığıma ikna edemedim. “Bak birader” dedim, “Benim hırsızlıkla haydutlukla işim olmaz, ben çoluk çocuk sahibi insanım, belli bir şerefim, haysiyetim var. Bunca senelik makam şoförüyüm.. Beni eve götür paranı evde vereyim.” Eve varınca bizimkiler ne yapacaklarını bilemediler, “Ne oldu kim yaptı?” diyorlar. Ben “Durun şu parayı vereyim” deyip çıktım. Taksi parasını verdim. Önceleri pek hissetmemiştim ama, vücudumun her yeri ağrıyor, yüzümdeki çürükler canımı acıtıyordu. Taksici parayı alınca benim namuslu, dürüst birisi olduğumu anladı, “Abi, gel bir hastaneye, eczanaye falan gidelim, çok kötü olmuşsun” dedi. Bindim. Binince “Şu işi bir daha anlat” dedi, anlattım. “Tamam” dedi “Şimdi anladım, seni çarpmışlar.” “Ne çarpması?” “Çarpmışlar. Bak adamların yaptığına ya, görüyor musun?

…..

“Yan kesicilik de gelişiyor abi, adamlar da yeni yeni teknikler buluyor.

Yani?

Yanisi kolunu tutan adam yan kesici. Ortalığı velveleye verip kargaşalıkta ceplerini boşaltmış

….

Onunla da kalmamış sana bir kamyon sopa attırmış.

Yok ya..!

Öyle.

Gittik önce bir pansuman yaptırdık. Cüzdanımın çalınması değil dayak yemem zoruma gitti. Taksici “Bir şey çıkmaz” dese de “İçim rahat eder hiç olmazsa” deyip karakola gittik.

Karakolda dolmuşun plakasını sordular, “Bilmiyorum” dedim, “Adamı görsen tanır mısın?” dediler “Tanıyamam” dedim, “Yalnızca yeşil palto”.. Benimki de laf, şehirdeki her yeşil paltolu insanı yakalayıp getirecek değiller ya. İfademi aldılar. Onlar da “Bir şey çıkmaz” dediler. “Anca senin gibi birini daha çarpmaya kalkar da yakalanırsa belki.. Adamı görmedim diyorsun, değişik palto giyerse yine bir şey olmaz..  Aynı palto olsa inkar etse….” Daha bir sürü şey.. “Siz yine bir bakın” deyip eve gittim. Bir haftada zar zor kendimi toparlayabildim. Olayı kimseye duyurmamaya çalıştım. Ben hanıma güvenemiyordum ama o da kimseye söylememiş olacak ki kimse bu konuda soru sormadı. o günden sonra mümkün olduğu kadar dolmuşa binmemeye çalıştım, bindiğim zaman da hep korka korka gittim.

Aradan zaman geçti. O sırada bir seçim oldu, Selahattin Bey genel başkan oldu. İyi adam, hoş adam ama çok cimri birisi. Kendi hayatında böyle olduğu gibi gereksiz evrak kullanımından içilen çaya kadar her şeye karışıyor. Sendikanın parasını bile harcatmıyor. Neredeyse insanların cebindeki paraya bile karışacak ben pek işin siyasi yönüyle ilgilenmem. Sendika sağcıymış solcuymuş bana çok da lazım değil. Ben yine sandıkta bildiğimi yaparım. O zamanki duruma göre oyum sendikanın desteklediği partiye olur veya olmaz orasını bilemem. Ama Selahattin beyin siyasi yönü kuvvetli. Genel başkan olması için adama neredeyse yalvardılar. Çünkü buradan sonra gideceği yerin meclis olacağını çok iyi biliyorlar. Muhtemelen de bakan olacak. Sendikanın imajı için güzel bir fırsat.

O geldikten sonra arabanın benzinine bakımına da karışmaya başladı. Arabaya öyle eski başkanlar gibi sık sık binmiyor. Hatta bazı yerlere yürüyerek gidiyoruz. Arabanın bakım zamanı geldi geçti “Biraz daha dursun zaten fazla binmiyoruz” dedi. O gün öğleden sonra bir yere gideceğiz, giderken bizim arabaya çarpmazlar mı! Başkanın işi de acil. “Bir taksi çevireyim” dedim. “Ben yürürüm, sen arabayla ilgilen” dedi. Polis, trafik falan derken arabayı sanayiye götürdüm. Mesai saati bitmek üzere araba ertesi gün çıkacak. “Direk eve gideyim” dedim. Başkana bilgi verip otobüse bindim. Eve gitmem için iki otobüs değiştirmem lazım. Birinciden indin ikinciye bineceğim. Otobüs çok kalabalık şoför orta kapıyı da açtı, ortadan bindim. Kapılar kapandı otobüs hareket etti, “İlerleyelim ilerleyelim” diyerek arkaya sokulmaya çalıştım. O an yine bileğimde bir el hissettim, kalabalıktan hiçbir şey görünmüyor dönemiyorum da ama yeşil paltoyu görür görmez haykırdım “Hırsız hırsız” diye. “Yakaladım işte” dedim, “Yakaladım” Ama nasıl seviniyorum. “Vurun!” dedim “Allah aşkına, peygamber aşkına vurun!” Otobüsün içi öyle bir karıştı ki şoför sağa çekmek zorunda kaldı. Ben adama vuramadım bile kalabalığın arasında yumrukların belli bir noktaya inip inip kalktığı görülüyor. Muavin bir taraftan ayakta “Kaçırmayın tutun!” diyor. Polisi aramaya çalışıyor. Yumrukların yoğunlaştığı nokta yavaş yavaş otobüsün önüne doğru gidiyor. Ben “İşte kazdığı kuyuya düşmek diye buna denir” diyorum. Sevinçten uçuyorum. “Vurun!” diyorum “Vurun!” Onlarca yumruk tek bir noktaya iniyor. Bir zaman sonra yumrukların odak noktası ön kapıya ulaştı. Bu arada polis kapıya geldi, “Durun yeter” falan dedi. Ta arkadan adamın çuval gibi yere düştüğünü gördüm. Adam hiç kıpırdamıyor. Otobüsten inip adamın etrafını çevirdik. Kalabalığı iyice yarıp adamı görmek için en öne vardım. Polislerden birisi nabzını yoklayıp yüz üstü yatan adamı ters çevirdi. Kanlar içindeki yüzü, tanınmaz haldeydi. Adamın göğsü inip kalkıyordu ama başka bir hayat belirtisi yoktu. Dikkatlice bakınca olduğum yerde çakılıp kaldım. “Eyvah..! dedim içimden “Eyvah bu bizim genel başkan Selahattin Bey.. Ben ne yaptım?” Ne yapsam ne etsem, “Bu adam genel başkandır” desem, onu tanıdığımı belli etsem.. Söylemesem, dönüp gitsem.. Ölür mü acaba… .Hiçbir şey diyemedim. Ambulans geldi atıp götürdüler. Polis “Şikayetçi.. Şahit..” falan dedi. Kimse beni fark etmedi mi bilmiyorum, ben sesimi çıkaramadım. Ortaya şikayetçiler çıktı, zaten herkes şahit. Polis bir iki tanesini alıp gitti. Ben kalabalık dağıldıktan sonra daha bir süre orada öylece çakılıp kaldım. Millet otobüse binip gitti. Ah Selahattin bey ah, ne var sanki otobüse binecek, koskoca genel başkan bir taksiye binsen ölür müsün? Ne işin var senin halk otobüsünde?

Gece gözüme bir saniye bile uyku girmedi. Öldü mü, kaldı mı diye düşünüyorum. Ölürse ne yaparım, kalırsa ne yaparım diye düşünüyorum. Ölmesi kalmasından iyi, çünkü ölmez de kalırsa işimden olurum, ölürse ömür boyu vicdan azabı çekerim. Belki beni görmemiştir, diye kendimi teselli ederek ölmemesi için dua ediyorum.

Ertesi gün direk sanayiye gidip öğlene kadar arabayla oyalandım. Öğleden sonra istemeye istemeye genel merkeze gittim. Başkanın hastanede olduğu haberi çoktan gelmiş. Ama sağlık durumunun nasıl olduğunu, neden hastanede olduğunu bilmiyorlar. Öğlen tatilinde ziyaretine gitmişler. Komadaymış, bilgi alamamışlar. Ben bir şey olmamış gibi davranmaya çalışsam da herkes üstümde bir garipliğin olduğunu fark etti, bazıları bunu başkana üzüldü diye yordu. Bir gün sonra iş biraz daha aydınlandı, başkanın dövüldüğünü söylediler. Ama söylenenler daha çok rivayet; ayrıntı yok.

Başkan tam bir hafta sonra komadan çıktı. Herkes gibi ben de komadan çıkana kadar bir iki defa ziyarete gittim ama kendisini göstermediler. Komadan çıktığını arkadaşlardan öğrendim. İçimi bir haftadır amansız bir korku kemiriyordu. Şimdi derdim beni görüp görmediğiydi. Komadan çıktığını söyleyen arkadaşlar “Sen çok iyi bir adamsın.” dediler “Ne oldu?” dedim, “Gittik” dediler “Başkan o kadar yakını varken Muharrem Muharrem” diye sayıklıyor. Hemen yanına git” Eyvah ki ne eyvah, ne yapmalı ne etmeli? Adam beni görmüş, hem de komada bile adımı sayıklamış. Efendi efendi istifayı verip gideyim mi? Yoksa bir umut belki durumu anlatınca affeder deyip bekleyeyim mi?

İster istemez gittim. Beni görünce çıldırmışa döndü zor zaptettiler, ben af beklerken o “Asın bu adamı, asın bu adamı!” diye bağırıyordu. Kolu bacağı alçıda olmasa üstüme atlayacak. “Efendim, anlatayım durun” dediysem de ne mümkün! Adam “Asın bunu” diye bağırıyor. Çaresiz genel merkeze gelip durumu arkadaşlara anlattım, “Beni dinlemiyor gidip söyleyin affetsin” dedim. Bir iki gün sonra “Sakinleşir gibi oldu” dediler. Bir çiçek yaptırıp tekrar gittim, beni dinledi, biliyorum af da edecekti. Hemşire içeri girip “Gazeteler sizden bahsediyor” diye iki gazete uzattı. Başkan sağlam koluyla gazeteleri aldı haberi tam da manşetten vermişler “BAŞKANA ŞOFÖR DAYAĞI” öbür gazeteye bakmadı bile yine delirdi, “Defoooll!” diye bağırdı “Defooll ulan defoooooll” Adam alçıları falan dinlemedi ayağa fırladı vücudunun çoğu sarılı, o haliyle mumya gibi görünüyordu. Üzerime yürüdü, çevreden yetişip yatağına yatırdılar.

Tabi işten kovuldum. Ne bileyim ben başkanın paraya kıyamayıp halk otobüsüne bineceğini ve aynı gün paraya kıyıp yeşil bir palto alacağını..